Gerçek, karanlıkta bile ışıldar. 15 Nisan 1989’da Sheffield Hillsborough’da yaşananlar, sadece bir futbol faciası değil; güvenlik zafiyetlerinin, siyasi ihmallerin ve medyanın çarpık haberciliğinin İngiltere’yi nasıl dönüştürdüğünün kanıtıydı. Peki bir ülke, en karanlık anından aydınlığa nasıl çıkar?
Hepimizin kendine itiraf edemediği bir gerçek var. Ne zaman izlediğimiz oyundan, bilhassa gönül verdiğimiz takımın ligdeki performansından mutsuz olsak kumandayı oraya çeviriyoruz. İngiltere Premier Ligi bir kaçış alanı, kurtarıcı oluyor. Hatta bunu her yap tığımızda Premier Lig’in kumbarasına 1 sterlin atıyor olabiliriz. İçinden Premier Lig’i çıkarttığınızı düşünün. İngiltere denince aklınıza ne geliyor? Dikkatsizlik, özensizlik, holiganizm ülkeyi esir almıştı ve Nisan 1989’da yaşanan bir felakette 96 kişinin hayatını kaybedecek olmasının her şeyi değiştireceğini kimse bilemezdi. 1980’lerin başına kadar ekonomi, siyaset, sanayi, iç karışıklıklar, grevler, doğa olayları ve kazalarla her türlü başı dertte olan İngiltere’yi ve onun imajını tamir eden futbol olabilir miydi acaba? Yoksa futbol ülkenin ruhunu mu değiştirdi?

Kapılar açıldığında…
15 Nisan 1989, saat 14.55.
Kuzeyin Wembley’i olarak bilinen Sheffield’daki Hillsborough Stadyumu’nda Liverpool ve Nottingham Forest taraftarları, FA Cup (Football Association Challenge Cup) yarı finali için yerlerini alıyordu. Tribünlerde 50 bini aşkın izleyici vardı. İngiltere nefesini tutmuş TV karşısın da büyük eğlenceyi bekliyordu. Ancak o gün eğlence değil, “Leppings Lane” tribününde büyük bir trajedi yaşanacaktı. Polislerin “dışarıdaki” kaosu önleme takıntısı, kapıların kontrolsüzce açılması ve 10 bin kişinin tek bir noktaya yönlendirilmesiyle yaşanan arbedede Liverpool taraftarlarının sahayı çeviren tellere sıkışması 96 insanın ölümüne yol açtı. 1981-89 yılları arasında tam üç farklı maçta Hillsborough Stadyumu hakkında federasyona birçok şikâyet mektubu gönderilmişti ama FA mektupları almadığını belirtiyordu.
1975 Spor Sahaları Güvenlik Yasası’na (Safety of Sports Grounds Act) göre, 10 bin kişi ve üzeri stadyumların güvenlik sertifika sının olma zorunluluğu bulunmaktaydı ve 45 bin kişilik Hillsborough Stadyumu da buna dahildi. Gerçi 1978-88 yılları arasında Hillsborough’da çeşitli modifikasyonlar yapılmıştı. Hatta 1985 yılında güvenlik önlemleri için 340 bin sterlin harcanmıştı, o tarih için rekor bir miktardı. Ancak Sheffield’in bu değişiklikleri yazılı kurallara uymadan yaptığı fark edilince 1986’nın haziran ayında sertifikanın endişeler sebebiyle yeniden gözden geçirilerek düzenlenmesi üzerine çalışmalara başlanmıştı.
Gerçekten öyle miydi? Güvenlik sertifikası olan stadyumda, kilitlerin kırık olması ve acil çıkış kapılarının zincirlenmesi facianın en çarpıcı detayıydı! Yetkililer ilk anda suçu üstlenmedi, hatta “Sarhoş holiganlar,” diyerek taraftarlara yıktı. Polis ve güvenlik yetkililerinin ihmali ve hantallaşmış güvenlik kültürü ülkeyi derinden sarsmıştı. The Sun gazetesinin ertesi gün polis ve hükümetten aldığı bilgi olduğunu öne sürerek “Gerçek” manşetiyle verdiği habere göre, Liverpool taraftarları ölenlerin paralarını çalmış, insanları kurtarmaya çalışan polislerin üzerine işemişlerdi. The Sun facianın ertesi günü yaptığı haber neticesiyle 4 milyon 300 bin adet satmıştı. Medya manipülasyonu işleri çığırından çıkaracak, Liverpool şehri ayağa kalkacaktı. İlerleyen günlerde şehirdeki tirajı 200 bin olan gazete 15 bine kadar düşmüştü. Yıllar sonra gazete, “Bizi yanlış yönlendirdiler,” diye özür dilese de açtığı yara korkunçtu!

Taylor Raporu: Futbolun Rönesans manifestosu
Faciadan 11 ay sonra yayımlanan Taylor Raporu, İngiliz futbolunun DNA’sını değiştirdi. Raporda, tribünlerin koltuklandırılması, holiganizmle mücadele ve stadyumların modernizasyonu öneriliyordu. Ancak asıl devrim, futbolun “endüstriyel bir meta” olarak yeni den tanımlanmasıydı. Taylor Raporu’nun ortaya çıkardığı ironik durum gerçekleri yetkililerin yüzüne çarpı yordu: 1985’te Hillsborough’a sözde 340 bin sterlin değerinde güvenlik yatırımı yapılmış, ancak bu paranın nereye gittiği asla sorgulanmamıştı. 1975 Spor Sahaları Güvenlik Yasası’na rağmen, stadyumlar “gecekondu mimarisi” olarak kalmıştı. Lordlar Kamarası’nın futbolu “alt tabaka eğlencesi” olarak görmesi, Margaret Thatcher’ın spora kayıtsızlığı ve medyanın, başta The Sun gazetesi olmak üzere tabloid basınla yürüttüğü karalama kampanyası, facianın sosyo-politik arka planını oluşturmuştu. Kimse suçu üzerine almıyordu ve Lordlar Kamarası üyelerinin sert açıklamalar yapıp kürsüden inmeleri, temize çıktıkları anlamına gelmiyordu. Biri gerçekleri yüzlerine vurmak la kalmayıp getirdiği çözüm önerisiyle her şeyi değiştirecekti.
Taylor Raporu neyi değiştirdi?
Savcı Lord Peter Taylor’ın bir ay içerisinde hazırladığı ilk rapor polis kuvvetlerinin görevlerini düzgün bir şekilde yapamadığını açıkça gösteriyordu. Yıllarca sürecek bir hukuk mücadelesi başlıyordu. Taylor’ın 1990’da yayımladığı ikinci rapor, İngiliz futbolunu güvenlik odaklı yeniden yapılandırırken, bu yenilikler ekonomide gittikçe artan bir domino etkisi yaratacaktı. Rapor, öncelikli olarak kısa vadede mali yet getirse de uzun vadede gelir garantisini öngörüyor ve stadyum modernizasyonunun gerekliliğini ilk sıra da vurguluyordu.
Lordlar Kamarası’nın futbolu “alt tabaka eğlencesi” olarak görmesi, Margaret Thatcher’ın spora kayıtsızlığı ve medyanın karalama kampanyası, facianın sosyo-politik arka planını oluşturmuştu
Raporun zorunlu koltuklandırma maddesi uyarınca, tüm Premier Lig stadyumlarının %100 koltuklu hale getirilmesi önerildi. Bu, kulüplere ilk etapta ortalama 2-5 milyon sterlin maliyet yükledi. Örneğin, Manchester United’ın Old Trafford’u yenilemesi 10 milyon sterlini aştı. Koltuklandırma bir gelir artış modeli olarak bilet fiyatlarını ortalama %120-150 artırdı (1992’de 8 sterlin olan ortalama bilet, 2000’lerde 25 sterline, 2020’lerde 65 sterline kadar yükseldi). Localar ve VIP tribünleri, kulüplere maç başına 50-200 bin sterlin arası ek gelir sağladı.
1980’lerde holiganizm nedeniyle İngiltere’de tribünde maç izlemeye giden seyirci sayısı 16 milyon 500 binden 10 milyon 200 bine düşmüştü. Taylor Raporu sonrası holiganizmle mücadele, 2000’lerde seyirci sayısını 30 milyona çıkardı. Holiganizm kaynaklı hasarlar, kulüplerin sigorta primlerini yıllık 500 bin-1 milyon sterlin artırıyordu. Güvenlik önlemleriyle bu maliyet %70 oranında azaltıldı.
Geliri 10 milyar sterlini aşan Premier Lig yayın hakları
Taylor Raporu’nun “futbolun ticarileşmesi” vurgusu, İtalya 90’nın da etkisiyle Premier Lig’in yayıncı Sky ile 1992’de 304 milyon sterlinlik 5 yıl süreli anlaşma yapmasını kolaylaştırdı. Bu, önceki yayın gelirlerinin astronomik artışı anlamına geliyordu. Son yapılan ihalede 1988 yılında ITV, lige 44 milyon sterlin ödemişti. Artık stadyumlar sadece maç izlenen yerler değil, marka kimliği, lüks localar ve global yayın hakları ile donatılan tapınaklardı. 1992-1997 arasında yayın gelirlerinden en fazla pay alan kulüp olan Manchester United, 45 milyon sterlin kazanırken, en alt sıradaki kulüpler bile 10 mil yon sterlinin üzerinde gelir elde etti. Günümüzde 2026 yılı sonuna kadar yapılan anlaşmayla Premier Lig’in yayın hakları geliri 10 milyar sterlini aşmış durumda. Finansal düzenlemeler Taylor Raporu’nun önemli maddelerinden biriydi. Avrupa futbolunun kalitesini daha sağlam, şeffaf ve güvenilir temellere dayandırarak geliştirmek ve bu gelişimi belirli bir standarda ulaştırmak amacı ile UEFA tarafından başlatılan kulüp lisans sisteminin dolaylı etkisiyle, kulüplerin borç/ özkaynak oranları düzenlendi. 2003’te Chelsea’nin Roman Abramovich tarafından satın alınması, “yatırım odaklı” mülkiyet modelini başlattı. Onları Manchester City, Leicester City, başka modellerle Manchester United, Liverpool ve son olarak Newcastle United ta kip etti.

Premier Lig’in küresel değeri 1 milyar 200 milyon sterlin olarak ölçülürken, 2023’te 6 milyar 700 milyon sterline ulaştı. Bu arada 2010’da uygulamaya alınan UEFA Finansal Fair Play Düzenlemeleri, Taylor’ın “sürdürülebilirlik” vizyonunu tamamladı. Üç yıllık zarar tolerasyonu 30 milyon sterlin oldu. Son olarak 2023 yılında bu miktar 60 milyon sterline çekildi. Küresel marka değerinin yükselişi ekonomiye doğrudan katkı sağladı. 2022 verilerine göre Premier Lig, İngiltere ekonomisine yıllık 7 milyar 600 milyon sterlin katkı sağlıyor. Bu da GSYİH’nin %0,3’üne tekabül ediyor.
Stadyum turları, maç izleme paketlerini içeren futbol turizmi, yıllık 1 milyar 400 milyon sterlin gelir üretiyor. Lig, 100 binden fazla kişiye doğrudan istihdam sağlıyor. Yapılan araştırmalar, Premier Lig’in pazarlama ve sponsorluklarla İngiltere’nin küresel marka değerine yıllık 3 milyar 200 milyon sterlin katkı sağladığını gösteriyor. Taylor Raporu, futbolu tehlikeli bir eğlence olmaktan çıkarıp küresel bir ticari varlık haline getirdi. Hillsborough’un ekonomik, sosyal çıktısı olarak “insan hayatının bedeli” ile “sistematik kârlılık” arasındaki dengenin nasıl kurulabileceğini ortaya çıkardı.
2022 verilerine göre Premier Lig, İngiltere ekonomisine yıllık 7,6 milyar sterlin katkı sağlıyor

İtalya 1990: Gözyaşlarından doğan birlik
Hillsborough’un yaraları çok tazeyken, İngiltere 1990 Dünya Kupası’na tarihinin en iyi takımlarından biriyle gidecekti. Facianın izleri hâlâ belirgin ve canlıydı. Futbol için yazılan kurtuluş reçeteleri milli takımın oyunu sahiplenmesi, ülkenin milli takımı kucaklamasıyla anlam kazanacaktı. İngiliz taraftarlar yasaklıydı. Ancak hiç kimse bir taraftarı durduramazdı. Bir uçak dolusu İngiliz holigan Rimini’ye tatile gidecekti. İzin bu şekilde alınabilmişti. Britanya Churchill’den bu yana böyle bir heyecan görmemişti. İngiltere’nin tabloid gazetelerinden biri, uçakta milli takım teknik direktörleri için “Robson’u gömmeye gidiyoruz,” diye kadeh kaldırıyordu. Futbolun endüstriyelleşmesini isteyen tarafın gazeteleriydi bunlar...
Bobby Robson’un 11’i dünya çapında milyonlarca kişi tarafından izlenen en iyi İngiliz takımı oldu. İtalya’nın yeni statları İngiliz taraftarları olduğu kadar diğer ülke taraftarlarını da “başka bir dünyaya” gelmiş gibi hissettiriyordu. 1990 Dünya Kupası’ndan bu yana milli takım ile birlikte tüm turnuvalara giden bir taraftar olan Anne Marie Mockridge: “Hiçbir turnuvayı İtalya 90’da olanlar ile karşılaştıramazsınız. Hükümet, futbolu kendi politikaları doğrultusunda aşağı çekmek için yanıp tutuşurken, taraftarlar stadyumlarda gönüllerince kutlama yapıyorlardı. Bahsettikleri pislikler biz olamazdık” açıklamasıyla sosyolojik bir hesaplaşmayı anlatıyordu.
Sorun sadece İngilizler değildi…
Öte yandan Sardinya adalarında, Rimini’de, Torino’da Alman ve İtalyan taraftarların kavgaları, sorunun sadece İngiliz taraftarlar olmadığını gösteriyordu. Berlin Duvarı yıkılalı altı ay olmuştu. Batı Almanya’dan gelenler milli takımla zafer sarhoşluğu içindeyken, Doğu Almanya’dan gelenler Milano’nun şaşaalı vitrinlerini izliyordu. 10 Haziran günü Milano’nun en işlek caddesi bir anda savaş alanına döndü. Batı Al manya ve Yugoslavya taraftarları kana kan dişe diş bir kavgaya tutuştu. Alan Orta Çağ’daki bir savaş meydanı gibiydi. İtalyan polisler, stat çevreleriyle “meşgul” olduklarından Doğu Almanlar en ünlü mağazaları yağmalamaya başlamışlardı. Lord Peter Taylor açıklama yapmakta gecikmedi: “Çok tuhaf! Ucuz Trabant marka araçların içinde ta vana kadar Gucci ve Versace ürünleri yığılı!” İtalyan liderler, “Neleri var bu İngilizlerin, yine al kol sınırlarını aştılar!” diye bir suçlama yapamayacakları için “Kuzey Avrupa’ya neler oluyor?” diye sorular ortaya atılıyor, gazeteler bu başlıkları çıkıyordu. Bugünden o döneme bakınca, şu anki medya algınızla, elinize düşen görüntülerden haklıyla haksızı hemen ayrıştırabileceğinizi düşünebilirsiniz. Ancak yaşananlar dijital zamanların öncesine aitti ve dünyanın geri kalanı tüm olan biteni ertesi gün çıkacak gazete haberlerinden öğrenebilecekti!
4 Temmuz 1990 günü 28 milyon İngiliz, ekran karşısında daha önce hiç olmadığı kadar güçlü bir şekilde kenetlenmiş, Torino’daki Delle Alpi Stadı’nda Almanya’ya karşı mücadele eden takımına sesleniyordu. Ne yazık ki İngilizler normal sürede futbolcu Gary Winston Lineker’in sağladığı eşitliği uzatmalarda lehlerine çeviremiyor, penaltılarla bu harika hikâyeye veda ediyorlardı. Chris Waddle’ın kaçırdığı penaltıdan sonraki anlar İngiltere tarihinin en çok elektrik tüketilen dakikaları olarak kayda geçti! Çünkü herkes kahve fincanını dolduracak su ısıtıcısının düğmesine aynı anda basmıştı. İngiltere’nin İtalya ‘90 macerasının özeti “Gazza” lakaplı futbolcu Paul John Gascoigne’ın gözyaşlarıydı... Hillsborough arkasından gelen Taylor Raporu, siyasilerin konuyu ekonomik ve sosyal yönleriyle ele alması ve İtalya ‘90 esnasında ülkede yaşanan birlik, futbolun İngiltere’yi değiştirmesi yolunda atılan sorun sadevealtın adımlardı.
Futbol sınıf atladı
İstatistiklere bakarsanız İtalya ‘90 en başarılı turnuvaydı. Meksika ‘86 televizyonda 13 milyon 500 bin kişi tarafından izlenirken, İtalya ‘90 neredeyse %100 artışla 26 milyon 600 bin insana ulaşmıştı. İtalya ‘90 yayıncılık anlamında daha önce benzeri görülmemiş bir başarıdır. Teknolojik gelişme yayıncılığın daha kolay hale gelmesini, hanelerin televizyon sahipliği oranının yükselmesini sağlamıştı. Birileri televizyonun gelecekte futbol için, futbolun da televizyon için ne anlama geldiğini o sene anlayacaktı. Robson’un takımı televizyon ekranlarının karşısında kadın-erkek milyonları ağlattı. BBC’nin yayınları, kadın izleyici oranını %45 artırdı. Kriket izleyicileri bile futbolu benimsemişti. Hillsborough’un yaktığı yüreklere, milli takım başarı hikâyesi su serpmişti. Loughborough Üniversitesi Spor ve Sosyal Kuram Profesörü Alan Bairner “Birdenbire futbol daha yüksek sosyal sınıfların ilgisini çe kip, daha ciddiye alınır oldu. Kriket izleyicilerinin de dikkatini çekmeye başladı,” açıklamasıyla sosyolojik farkındalığı gözler önüne serdi. Almanya-İngiltere arasında oynanan yarı final maçının dramatik hikâyesini anlatan “Torino’da bir gece” isimli belgeselin yönetmeni James Erskine de aynı fikirdeydi: “Futbol medya tarafından yeni bir icat gibi algılandı. Çünkü birdenbire futbolun bir ‘değeri’nin olduğu anlaşıldı!” 1989’un başına kadar baş belası adamların, sefil stadyumlarda izlediği, ama az biraz da para üreten bir spor olarak görülen futbol, Hillsborough ile dibe vurmuş, Taylor reçetesiyle karantinaya alınmış, Margaret Thatcher’ın pençesiyle şoka girmiş, Bobby Robson’un inancı ve vizyonuyla kabuk değiştirmişti. İtalya ‘90 ile aslında herkesin gözünden kaçan bir kurtuluş formülüne dönüşmüştü.
“Torino’da bir gece” isimli belgeselin yönetmeni James Erskine: “Futbol medya tarafından yeni bir icat gibi algılandı. Çünkü birdenbire futbolun bir ‘değeri’nin olduğu anlaşıldı”
Sunday Times gazetesinin beş yıl boyunca “kenar mahalle oyunu” ve “kenar mahalle izleyicisi” diye yaftaladığı futbol dünyası, birdenbire “kardeş” gazeteler tarafından masaya yatırıldı. Peki bu değer nere den geliyordu? Doğru zamanda, doğru ülkede, ateşli, canlı ve neşeli topraklarda, yani İtalya’da yapılan bu unutulmaz turnuvanın etkisiydi. Daha önce hiçbir turnuva böyle algılanmamıştı. Bir büyük facia ile al lak bullak olan, herkesi birbirine düşüren, kelimenin tam anlamıyla ‘diz çökertilen’ İngiliz futbolu yeniden ayağa kalkmalıydı.

15 Nisan 1989 günü yaşanan facianın ardından gözyaşlarını atkısı ile silen bir Liverpool taraftarı
Aslında ne değişti?
Değişen futbol mu, yoksa İngiltere mi oldu?
Holiganizmden ticarileşmeye hızla geçilirken, bir zamanlar ulusal spor olarak tanımlanan kriketin tahtına oturan Premier Lig, İngiltere’nin yeni ulusal kimliği oldu. Kamu yatırımı olarak stadyumların vergiden muaf kredilerle devlet destekli modernizasyonu, özel sektörün medya hakları sahipliği ve sponsorluk anlaşmalarıyla serbest piyasa dinamiklerinin futbolu küreselleştirmesi sayesinde bugün her 1 sterlinlik futbol geliri, ekonomiye istihdam ağırlıklı çarpan etkisiyle 2,5 sterlin olarak geri dönüyor.
Stadyum yenilemelerinde ortalama %200-300 getiri sağlandı. Premier Lig 1992’de 43 ülkede yayınlanırken, 2023’te bu sayı 212 ülkeye çıktı. Bugünler de tartışılsa da bilet fiyatlarındaki artışa rağmen talep düşmedi, lig lüks meta statüsü kazandı. Bir facia, 96 kayıp hayat, üzerinde çalışılmış ciddi bir rapor ve sert uygulamalar bir ligi dönüştürdü, bir ülkeyi uyandırdı. Hillsborough’un, İngiltere’ye sadece güvenli stadyumlar değil hesap verebilirlik, medya etiği ve kolektif hafıza dersi verdiği söylenir. Futbol, bir ülkenin ruhunu iyileştirebilir mi?